Hedefi olmayan gemiye hiçbir rüzgar yardım edemez. (Montaigne)
Sponsorlarımız
BİR YOL AYRIMINDA İBRAHİM KAYPAKKAYA’YI DÜŞÜNMEK
BİR YOL AYRIMINDA İBRAHİM KAYPAKKAYA’YI DÜŞÜNMEK
İbrahim Kaypakkaya’nın yaşamı, 24 yıla sığdırdığı esaslı bir mücadele ve direniş örneğidir. Ancak çoğunlukla, “ser verip sır vermedi” cümlesine ve başında kasketiyle gülümseyen fotoğrafına indirgenir ve bunun sonucunda Kaypakkaya genç nesillerin zihnine sadece bir “yiğitlik” anısı olarak devredilir. Oysa devrimci gelenek denilen şey, efsanevi anlatıların değil, bilgi ve deneyimlerin birikip bilimsel akıl tarafından değerlendirilmesi ve aktarılmasıyla oluşabilir. Bunun yerini destansı anlatılar alınca, bir insan’dan bir masal kahramanı yaratılır ve böylece bu “kahraman”ı ya tamamen doğru ya tamamen yanlış ilan eden taraflar oluşur.
Bu yazı, Kaypakkaya’nın sol gelenek için taşıdığı anlamı ortaya çıkarmayı amaçlıyor, bu yüzden internetten kolayca erişilebilecek yaşamöyküsüne değinmeyelim.
Siyasi hayatı, 1968’de üniversitedeki Fikir Kulübü ile başladı. Çapa Fikir Kulübünün kurucuları arasında yer alan İbrahim, Türkiye İşçi Partisi’nin devrimci beklentileri karşılayamadığı1970’lerin başında, Milli Demokratik Devrim (MDD) tezini savunanlar arasında yer aldı. PDA (Proleter Devrimci Aydınlık) saflarında mücadele etti. 1972’de Doğu Perinçek ve çevresinin bulunduğu PDA’dan ayrıldı, ayrılma sebebi eylem anlayışı, Cumhuriyet dönemine yaptığı eleştiriler ve Kürt sorunuydu. İşte İbo’nun Türkiye sol geleneğine iz bırakan mücadele anlayışı böylece şekillenmeye başladı.
Hepimiz Gogol’un Palto’sundan çıktık
Dostoyevski’nin Rus edebiyatı için söylediği “Hepimiz Gogol’un Palto’sundan çıktık” sözünü, bir değişiklikle şöyle söylememizde sakınca yok diye düşünüyorum: Türkiye solu olarak hepimiz Kemalizm’in paltosundan çıktık.
Türkiye’de solun tarihi Mustafa Suphi’lere dayandırılır. Resmi teze karşı ezilenlerin tezine dayanması beklenen bu tarih yazımı bile, “köklerimiz”in teorik niteliği hakkında fikir verir; çünkü bu topraklardaki solun tarihini ne Ermeni ne de Rum sosyalistlerden değil, “Türk” kökenli soldan başlatarak bir “tercih” yapar; çoğu kez de bu tercihi yaptığının farkında bile olmadan… 1908’de Meşrutiyet talebi için başkaldıran Resneli Niyazi’yi anar mesela, ama aynı talebin etrafında birleşen Rumlar, Ermeniler, Arnavutlar ve Türklerin mücadelesinden; Meşrutiyetin ilanının, Selanik’te halkların şöleni gibi kutlanmış olduğundan söz etmez. Bu yüzden, mesela Ermeni devrimci Paramaz’ın adını bu topraklarda yaşayan devrimciler, çok uzun yıllar sonra öğreneceklerdir. 1915’te çıkarıldığı mahkemede “Biz sadece Ermenilerin kurtuluşu için çalışmıyoruz, bütün insanlığın kurtuluşu için çalışıyoruz, bizim vatanımız bütün dünyadır” diyen ve İstanbul Beyazıt’ta idam edilen Paramaz ve 20 yoldaşını, Türkiye solu yok saymış, daha baştan “Türkiye Türklerindir” şeklinde yazılan resmi tarihe teslim olmuştur.
Ayrıca Sovyetler Birliği’nin, emperyalizme karşı konumlanmasından yola çıkarak genç Türkiye Cumhuriyeti’neverdiği destek, Sovyetçi sol için önemli bir referanstır ve Kemalizm bir “anti-emperyalist” ideoloji olarak desteklenir. Birçok alanda zorunluluktan başvurulan devletçi politikalar, kamucu ve “sol” olarak değerlendirilir. Bu sayede Kemalizm,dileyenin dilediği yere çektiği ve hepsinin de kendine göre gerekçeler bulabildiği, bitmez tükenmez bir çekişmenin nesnesi haline gelir.
Sovyetçi sola göre, Kemalist iktidar anti-emperyalist ve bağımsızlıktan yana bir devrim yapmıştır ve bunun gerekleriolan toprak reformunu da, milli sanayiyi geliştirerek işçi sınıfını açığa çıkarma işini de yerine getirecektir. TC’ye yüklenen bu “devrimci” rolün sınırlarının muğlaklığı nedeniyle Mustafa Suphi’lerin katlini bile sessizlikle geçiştiren, Mustafa Kemal’i ve Kemalist yönetimi bu katliamdan muaf tutan tarih anlatıları yapılır.
Kuşkusuz, Kemalist devrim Osmanlı toplumundan bir ulus devlet çıkarırken, toplumsal modernleşme anlamında birçok gelişmeye imzasını atar ve bu anlamda bir ilerlemeyi temsil eder. Ancak modernleşme projesi, bir yandan eski saltanat sınıfını ve dini ulemayı yönetimden uzaklaştırarak temsili demokrasiyi geliştirirken, öte yandan halkların üzerine bir balyoz gibi iner. 1915’te başlayan gayrimüslim unsurların yok edilme planı, cumhuriyet döneminde de devam eder.
Solun padişahlığa karşı cumhuriyetin yanında olması siyaseten ne kadar doğruysa, kendi rejimini kuran cumhuriyetin çizmesi altında ezilenlerin sesi olması da o kadar gereklidir. Ancak ne yazık ki ülkemizde solun yazdığı tarih, birçok noktada resmi tarihi tekrar etmiştir. Solun İstiklal Mahkemelerini, tek parti totaliterliğini, Takrir-i Sükûn Yasasını, Türkleştirme siyasetini, Varlık Vergisini, 6-7 Eylül olaylarını, Trakya Yahudi pogromunu, azınlıkların sürgün ve imhasını, Birinci Meclis’te vaat edilen demokratik uzlaşmanın nasıl ortadan kaldırıldığını, Kürt bölgelerinde uygulanan İskân Politikasını görmezden gelmesi, hatta 1938 Dersim katliamı için “modern devletinfeodal aşiretlerle mücadelesi” değerlendirmesini yapıp resmi tarih tezini tekrarlaması kabul edilemez.
1960’larda yükselen sol da, 1920’lerde sırtına yüklenen bu ideolojik yükten kurtulamaz. 27 Mayıs 1960 askeri darbesi, sol tarafından olumlu karşılanır; “ülkeyi emperyalizme teslim etmek isteyen Adnan Menderes-Celal Bayar çetesi, vatansever Türk ordusu tarafından alaşağı edilmiştir” tespiti yapılır ve bu yorumu, solun neredeyse tamamı benimser. Bu yorum, daha sonraki yıllarda solun tamamen milliyetçi bir algıyla orduya sempatiyle bakmasının önünü açar.
1961’de kurulan Türkiye İşçi Partisi (TİP), 1965 seçimlerinde 15 milletvekili ile meclise girer. Bu gelişme, sol muhalefetin yükselişine yol açan ilk adımlardan biridir. TİP içinde Kürt bölgesine özgü değerlendirmeler çıkmaya başlar, bu coğrafyanın gerçeğini anlamaya yönelik samimi çabalar görülür, Doğu Mitingleri düzenlenir ancak hâlâ resmi tarihin sorgulanması gündemde değildir. Daha çok “doğunun geri bıraktırılmışlığı” söylemi üzerinden bir bakış açısı hâkimdir.
1967’de kurulan DİSK işçi sınıfı için yeni bir odak olurken, üniversite gençliği de DÖB (Devrimci Öğrenciler Birliği), FKF (Fikir Kulüpleri Federasyonu) ve daha sonra Dev-Genç gibi derneklerde toplanır. Yükseliş gerçekten anlamlıdır ama Kemalizm ile, yani mücadele edilen sistemin kurucu öğesi ile bir hesaplaşma yerine, şöyle bir ikilem genel kabul görür: Kemalist kadro başlangıçta, anti-emperyalist saiklerle devrim yapmış ama sonradan yapılanlarla devrim yozlaşmıştır.Yozlaştıran siyasetçiler karşısında güvenilecek kesimlerinbaşında devrimin ideallerine bağlı ordu vardır. Gençlik de bu anlamda “ordu-gençlik el ele” şiarını benimsemiştir. Bu ön kabulden hareketle sol, devrimi yozlaştıranlarla mücadele etmeyi hedefler, bizzat devrimin kendisini sorgulama ise hiç gündemde değildir.
Nitekim 16 Şubat 1969’da 6. Filo’yu protesto eylemine dinci faşistlerin saldırdığı, “Kanlı Pazar” olarak anılan olay sonrasında, aralarında FKF, DÖB ve DİSK’in de bulunduğu 76 kitle örgütü Milli Güvenlik Kurulu’na, yani orduya telgrafçeker ve görevini yapmayan polisi orduya şikâyet eder. (1)
1960’lardaki sol, kuşkusuz yekpare bir yapı olarak değerlendirilemez; orduya yüklenen rol açısından farklıyaklaşımlar içerir. Mesela Doğan Avcıoğlu’nun Yön dergisi yukardan aşağıya bir “ilerici” darbe anlayışını savunurken, Dev-Genç halk devriminin vazgeçilmezliğini vurgular. Bunlar önemsiz farklar değildir tabii ama nihai olarak orduya ve onun domine ettiği sisteme bakış açısında büyük bir karşıtlık yaratmaz. Üniversite gençliği “NATO’ya Hayır” kampanyası yaparken, ülkenin “yozlaşmamış” yönetici bürokratlarına, “şerefli” siyasetçilerine ve “yurtsever” subaylarına seslenir; üniversite dernekleri 1968’de “Samsun’dan Ankara’ya Mustafa Kemal Yürüyüşü” yaparak “esas” düşman ABD’ye karşı ittifak olarak gördüğü “milli” kesimleri mücadeleye çağırır.
1960’ların sonuna doğru TİP içinde ortaya çıkan MDD (Milli Demokratik Devrim) hareketi gençleri hızla kendine çeker. TİP gençliğin radikalizmine cevap verememişi ve bu anlamda MDD devrimci bir odak haline gelmiştir. Ancak tarihin bir çelişkisi olarak, MDD bir yandan devrimci bir odaktır, öte yandan sosyalist devrimi öteleyen “aşamalı devrim” tezini solun gündemine sokar. (Kimi araştırmacılar, aynı dönemde başka sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde de aynı tezin gündeme geldiğini ve bunun Sovyetler Birliği tarafından önerilen “Kapitalist olmayan yol” adı verilen stratejinin uzantısı olduğunu savunur. Kimileri de Mao’nun Çin Devrimine egemen olan bu fikrin Türkiye’yi de etkilediğini söyler. Kanımca her iki olgu da, Türkiye’de Kemalist gelenekten kopamayış ile çakışmış ve doğrudan “Sovyetçi”veya “Çinci” olmayan kesimleri de içine alan geniş bir etki yaratmıştır.)
“Aşamalı devrim” tezine göre Türkiye sosyalist devrime hazır değildir ve önce cumhuriyetin yapamadığı milli demokratik devrimi yapacak, sonra sosyalist devrimi gündemine alacaktır. “Milli demokratik devrim” tespiti yaptığınız anda, buna uygun bir politik hat çizmek zorunda kalırsınız; bu da en başta mücadelenin kime karşı, kimlerle ittifak ederek yapılacağını içerir. Esas düşman emperyalizm olunca, ister istemez ittifakda ona karşı olduğunu düşündüğü unsurlardan seçilir: Köylülük, işçi sınıfı, ordu gibi milli unsurlar ve milli burjuvazi. Yani milli demokratik devrim, yabancı sermaye ile işbirliği yapan oligarşi dışında bütün “Türk milletinin”savaşıdır. Bu savaşta öncülüğü yapacak parti, anti-emperyalist, anti-feodal ve Kemalist kesimleri baş müttefik sayar.
Zamanla MDD içerisinde de fikir farklılıkları olur ve üç ana akım kendisine farklı yollar çizer. THKO, THKP-C ve TKP(ML).
THKO’nun ve THKP-C’nin önder kadrolarının teorik dokümanlarına bakıldığında temel çelişkinin halk ile oligarşi arasında olduğu vurgulanır ve “bağımsız Türkiye” şiarı öne çıkarılır. Kuşkusuz Türkiye’de devrimin tarihi onlarla yükselmiş, isyan kıvılcımını ateşe döndüren onlar olmuştur. Ancak bu yazıda söz konusu ettiğimiz Kemalizm ile bağlarını koparma yeteneğini, daha o zamandan sadece İbrahim Kaypakkaya gösterir.
Ezber bozulmadı
Aslında İbo’nun bu noktaya varması ilginçtir; çünkü MDD tezinin temel dayanak noktalarından biri, anti-emperyalizme karşı verilen savaştır ve Kemalizm’in “anti-emperyalist” özü genel olarak olumlanır, sahiplenilir. İbrahim Kaypakkaya ise,aynı dönemde neredeyse tüm sol grupların benimsediği görüşlerden kopmayı göze alarak, ulus-devlet ideolojisine karşı duran ve bu ideolojinin dışladığı unsurları içine alan bir çizgi inşa eder. Lenin’in “Ulusların kendi kaderini tayin hakkı” anlayışına dayanarak savunduğu Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını dile getirdiği FKF Kurultayı’ndan yuh sesleriyle kovulur; dönemin sol gruplarıyla yolları tamamen ayrılır.
Mao’dan etkilenen Kaypakkaya, köylü bir toplum olduğumuz tespitinden hareketle, köylerden şehirlere doğru yayılan bir devrim anlayışını benimser. Onu esas olarak farklı kılan, bu yanı değildir elbette; Kemalizm ve Kürt sorunu hakkında ezberleri bozan tespitleridir.
“Kemalist devrim, Türk ticaret burjuvazisinin, toprak ağalarının, tefecilerin, az miktardaki sanayi burjuvazisinin, bunların üst kesiminin bir devrimidir. Yani devrimin önderleri, Türk komprador büyük burjuvazisi ve toprak ağaları sınıfıdır” diyerek Kemalizmin etrafındaki “anti-emperyalist ve halkçı” haleyi söküp atmakla başlar çözümlemelerine. Kemalizmin “her alanda Türk şovenizminin kışkırtılması, azınlık milliyetlere amansız bir milli baskının uygulanması, zorla Türkleştirme ve kitle katliamı demek” olduğunu yazarak ilerler.
Ve son noktayı şöyle koyar: “Kurtuluş Savaşı'nı takip eden yıllarda, devrimin baş düşmanı Kemalist iktidardır. O dönemde komünist hareketin görevi, hâkim mevkiini kaybeden eski komprador burjuvaziye ve toprak ağaları kliğine karşı, Kemalistlerle ittifak değil (böyle bir ittifak zaten hiçbir zaman gerçekleşmemiştir), komprador burjuvazinin ve toprak ağalarının bir başka kliğini temsil eden Kemalist iktidarı devirmek, yerine işçi sınıfı önderliğinde ve işçi-köylü temel ittifakına dayanan demokratik halk diktatörlüğünü kurmaktır.”
İşte bu düşünceleri, İbrahim Kaypakkaya’nın sadece kendi döneminde değil, daha sonra da ötelenmesine, dışlanmasına neden olur. İbo unutulmaz ama “bazı” yanları görmezden gelinerek. Onun düşüncelerinin kendi döneminde eşi benzeri görülmeyen çok önemli bir öngörüye işaret ettiği pek vurgulanmaz. Oysa İbrahim’in asıl anlamı, dönemini aşan siyasi duruşudur.
AKP, Kemalizmin kalesini güçlendirdi
Kaypakkaya’nın ezber dışı mirasının çok daha önemli olduğu günlerden geçiyoruz. AKP rejimi, 20 senedir yapıp ettikleriyle, üzerinde çok düşünülmemiş bazı kavramları öne çıkardı. AKP iktidarının inançlara, yaşam tarzına müdahalesikarşısında laiklik, demokrasi, kişisel özgürlükler gibi meseleler daha çok konuşulmaya başlandı. AKP’nin yaratma iddiasında olduğu “Yeni Türkiye”, ister istemez “Eski Türkiye”nin niteliği hakkında düşünülmesine de yol açtı. Bu anlamda, özellikle 12 Eylül döneminde Evren cuntasının delik deşik ettiği “Kemalizm” kavramı2, tarihin sandığından çıkartılıp parlatıldı ve bir kez daha “kurtuluş”un kılavuzu oldu. Yani etki-tepki kanunu işledi ve AKP, aslında hiç istemediği bir şeyin sebebi oldu: Son yıllarda milli bayram günleri hiç olmadığı kadar sahiplenildi, Mustafa Kemal fotoğrafları binlerce sosyal medya kullanıcısının profil resmi oldu, Onuncu Yıl Marşı bütün düğünlerin son şarkısı haline geldi vs vs…
Ülkeyi geriye doğru çekiştiren bir iktidar karşısında cumhuriyetin kazanımlarına sahip çıkma olarak değerlendirilebilecek bu tepkilerin çok tehlikeli bir sonucu doğurması da ihtimal dahilinde: Cumhuriyetin, Eski Türkiye’nin tartışma dışı bırakılarak tabu ilan edilmesi. Bu, Dersim’i de, Maraş’ı da, 1 Mayıs 77’yi de, 12 Eylül’ü de, Susurluk faciasını da, 90’lardaki faili meçhulleri de, Çatlı’ları ve Yeşil’leri kahraman ilan edenleri de, Özal’lı özelleştirme hamlelerini de halının altına süpürmek anlamına gelir ki, bu memleketin kirli kalması demektir.
Bu anlamda, AKP rejiminin sona erdiğinin çokça dile getirildiği bugünlerde, yazının içeriği ayrı bir önem kazanıyor. Mafya liderleri, siyasilerin yerine/adına konuşuyor; sosyal medya videolara yapılan yorumlarla kaynıyor; iktidar ne yapacağını bilemez bir durumda sağa sola çarpıp duran bir kamyon görüntüsü veriyor; panik içinde hiçbir devletin yapmayacağı şeyler yapıyor ve kendi tabanı nezdinde bile savunulabilir olmaktan çıkıyor.
Bu siyasi ortamda CHP’nin bir kez daha solu ardına taktığı, demokrasi umudunun zorunlu adresi gibi görüldüğü ortada. Muhalif haber kanalları CHP’nin sesi olmakta sakınca görmüyorlar; Kılıçdaroğlu’nun Millet İttifakını korumak adına laik, demokratik ilkelerden verdiği tavizler dile getirilmiyor; tek hedefimiz AKP iktidarının son bulmasıymış gibi anket ardına anket yayınlanıyor.
Peki sol, AKP kadar Millet İttifakının da demokrasiye zorlanması gerektiğini, ezilenlerin gerçek temsilcilerinin onlar olmadığını bilmiyor mu?
Önümüzdeki dönemde gerçek bir demokrasinin yaşanabilmesi için, dinbazlıkla olduğu kadar milliyetçilikle ve devletin geleneksel ezberleriyle hesaplaşmamız gerektiğinden habersiz mi?
Bugün ittifakın içine HDP’yi almayan bir CHP’nin, nasıl bir ülke tasavvur ettiğini sorguluyor mu?
Demokrasi hayallerimizin sınırlarını yine “kurucu parti”ye mi emanet edeceğiz, yoksa hesaplaşmamızı yaparak kendi yolumuzu mu çizeceğiz, bu yol ayrımı kanımca her zamankinden daha önemli.
Kemalizm, Türkiye solunun hâlâ koparıp atamadığı ve bu yüzden bağımsız bir kimlik edinmesine engel olan göbek bağıdır. Adeta “ebeveyninden kopamayan evlat” gibi görünen Türkiye solu, Kemalizmle hesaplaşmasını yapamadığı sürece kendi yolunu çizme yeteneğine sahip olamayacaktır. Ne 1970’lerde, ne de sonrasında görülememiş olan bu hesap, bugün hâlâ Kürt hareketi başta olmak üzere birçok alanda ayağımıza takılmaktadır. Solun küçümsenmeyecek bir kısmı, ezilenlerin bölünmesinden/birleşememesinden beslenen kapitalizmin ve egemen ideolojinin değirmenine su taşımaktadır, bilerek ya da bilmeden…
Sol, Kemalist devrimi olumlu ve olumsuz yanlarıyla bir bütün olarak değerlendirmek ve Siyasal İslam karşısında cumhuriyetin kazanımlarına sahip çıkarken öte yandan gerçek bir barış ve demokrasiye ulaşmamızın önüne diktiği engelleri tespit etmek ve aşmak zorundadır.